‘Auschwitz'en Sonra Eğitim': Uygarlık her zaman barbarlığa dönüştürülebilir / Prof. Dr. Onur Bilge Kula
Türkiye’de eğitim dizgesi çok uzun süredir uygarlık ve ilerleme, dolayısıyla da Aydınlanma karşıtı bir anlayışla yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Eğitim dizgesinin bütün aşamalarında ve öğelerinde niteliksizlik, yetersizlik ve bilim-karşıtlığına dayanan bir dünya görüşü başatlaştırılmaktadır. Son yapılan eğitim izlencesi, Arapçasıyla maarif müfredatı, öğretmen alımı ve atamaları, dinci-ümmetçi gericiliğin göstergeleri sayılabilir. Atatürk ve onun yolunu izleyenler, özgür ve bağımsız yurttaşa yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bu amaca ulaşmak için, eğitim dizgesini, eleştirel düşünen, sorgulayan, uygarlaşmayı erekleyen, ulusunu ve ülkesini seven bireyler yetiştirecek biçimde yapılandırmaya ve işlevlendirmeye özen göstermiştir. AKP iktidarı artık bu amaçtan tümüyle uzaklaşmaktadır. Eğitim dizgesini uydu ve bağımlı kişilikler yetiştirmek için araçsallaştırmanın ne denli yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini dünya tarihi göstermiştir. Bu konuda Theodor Adorno’nun “Auschwitz’ten Sonra Eğitim” yazısı çok önemli bir uyarıdır. Hegel ‘Hukuk Felsefesinin Temel Çizgileri’ adlı yapıtın önsözünde, felsefe biliminin görevini, “doğruları bulgulamak, söylemek ve gerçek ve doğru kavramları yaygınlaştırmak” olarak belirler. Bu filozofun buradaki belirlemesiyle, gerçek, “düşünen tini, böylece kendisine sahip olmaktan ve kavramaktan, ussal içerikte biçim kazanmaktan başka neyi gereksinebilir?” Düşünen tin tarafından kavranılan ve ussal içerikte biçim kazanan gerçek ya da doğru, “verili olanla yetinmeyen, özünün dışına çıkan ve özünü en içte doğruyla bütünleşmiş olarak gören özgür düşünmeye gerekçelendirilmiş olarak görünür”1 (Hegel 1982, s. 13- 14). Gerçeği, doğruyu bulgulamaya uğraşmak, doğruyu söyleme ahlakı ve cesareti geliştirmek, doğrunun uygun kavramlarla anlatımını yaygınlaştırmak sadece felsefenin görevi olabilir mi? Bilimselleşme, dünyasallaşma, uygarlaşma ve çağdaşlaşmanın anlatımı olan Aydınlanmayı amaçlayan tümel eğitim dizgesi de bu görevi üstlenmek zorunda değil midir? Bireysel ve toplumsal Aydınlanma, uygar toplumlar arasında yer almanın başlıca önkoşulu olduğuna göre, eğitim dizgesi, tekil bireye ve tümel topluma eleştirel öz-düşünüm yollarını göstermekle yükümlü değil midir? Bu soruları olumlu yanıtlayabilmek için, eğitim dizgesini biçimlendiren politik yetke, aklını kullanma cesareti gösteren, eleştirel düşünme yeteneği geliştiren ve düşüncesini özgürce anlatma hakkına sahip bireyler yetiştirmeyi amaçlamalıdır. Böyle bir amaç, Aydınlanma ve karşıt-Aydınlanma arasındaki çekişmede, Aydınlanmanın yanında yer alarak gerçekleştirilebilir. Eğitim dizgesinin ve toplum düzeninin özgürleştirici ve üretken bir yaklaşımla yeniden yapılandırılması, aslında sürekli gündemde tutulması gereken bir görevdir; çünkü her insan ve her toplum uygarlaşmaya uğraşabileceği gibi, barbarlığa da düşebilir. Türkiye’nin hemen yanı başında yapılan insanlık dışı kıyımlar ve öldürümler, barbarlığa düşme olasılığını canlı tutmaktadır. Barbarlık uygarlığa, uygarlık barbarlığa dönüştürülebilir Tarih, bilimi ve tekniği geliştirerek görece uygarlaşmasına karşın, yeniden en koyu barbarlığa düşen toplumlara tanık olmuştur. Bunlardan biri de 1933- 1945 arasında Hitler faşizminin egemen olduğu Almanya’dır. Filozof ve toplumbilimci Theodor Adorno, 'Auschwitz'ten Sonra Eğitim' adlı yazısında, Hitler faşizminin gerçekleştirdiği anlatılamaz barbarlığın "yinelenebilir" olduğunu ve yinelenmemesi için öncelikle eğitimde neler yapmak gerektiğini anlatır. Hitler faşizmi döneminde Alman toplumunun gerçekleştirdiği toplu kıyımları elbette başka toplumlar yapmayabilir. Ancak bilim ve tekniği geliştirmede öne çıkan bu toplumun, özellikle tekniği bir toplu kıyım aracı olarak kullanmış olması, bu olasılığın yinelenebilirliğini kanıtlamıştır. Bu önemli bir uyarıdır; çünkü her şey karşıtına dönüşebilir. Dolayısıyla, hiçbir toplum, salt uygarlığın güvencesi olarak görülemez. Adorno’ya göre, Auschwitz’ten sonra bir daha benzeri olayların yaşanmaması için, eğitim dizgesi tümüyle yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim dizgesinin yeniden yapılandırılması, korkunç boyutlara ulaşabilen bu yok etme güdüsünün “yinelenme olanağının, insanların bilincinde ya da bilinç-altında varlığını sürdürdüğü” bilinciyle gerçekleştirilmelidir. Her türlü eğitim ülküsüne ilişkin tartışma, Auschwitz’in yinelenme olasılığının karşısında hiçbir anlam taşımaz. İnsanlar ve toplumlar, her zaman “barbarlığa düşebilir” sözü, Auschwitz ile birlikte olasılık olmaktan çıkıp, gerçeğe dönüşmüştür2 (Adorno 1969, s. 85). Dolayısıyla, Auschwitz’i ortaya çıkaran koşullar tümüyle ortadan kaldırılmadığı sürece, eğitimin başlıca görevi, barbarlığa karşı uygarlığı savunacak bireyler yetiştirmektir. İnsan doğasından kaynaklanan saldırganlık ve yok etme güdüsü tümüyle ortadan kaldırılamayacağına göre, eğitim, sürekli bir eleştirel öz-değerlendirme süreci ve edimi olarak yürütülmelidir. Adorno, Sigmund Freud’un kültür ve toplum biliminin derinliklerine inen ‘Kültürdeki Hoşnutsuzluk’ yapıtında somutlaştırdığı “uygarlık, karşıt uygarlığı ortaya çıkarabilir” uyarısının ne denli önemli olduğunun ortaya çıktığını vurgular. Adorno’nun açımlamasıyla, uygarlık süreci barbarlığı içinde taşıdığına göre, barbarlığa karşı çıkış “umutsuz bir şey” olarak görülebilir. Bu umutsuzluğu umuda dönüştürmek için, uygarlık-barbarlık karşıtlığının bilincine varılması gerekir. Milyonlarca insanın etnik ya da dinsel kökeninden ötürü öldürülmesi, bütün “ilerleme, Aydınlanma ve insancılık" bilincinin artmasına karşın, insanın içinde taşıdığı “planlı yok etme” güdüsünün ne denli güçlü olabileceği her zaman göz önünde tutulmalıdır. Auschwitz ile birlikte, insanın yok etme güdüsü, bir olasılık olmaktan çıkıp, gerçekliğe dönüşmüştür ve bundan sonra da dönüşebilir. Bu bağlamda “ebedi değerleri” anımsatma ya da “takibata uğratılan azınlıkların olumlu niteliklerine” ilişkin aydınlatıcı girişimler de pek işe yaramayabilir. İnsandaki yıkıcı, yok edici güdünün köklerini etkisizleştirmek için, saldırganlık ve şiddet güdülerini, “kurbanlarda değil", öldürme güdüsünün tutsağı olanlarda aranmalıdır. Saldırganlık ve yok etme güdülerini doğuran etmenler nelerdir? Bu nedenle, insanları bu tür eylemleri “yapmaya” yönelten mekanizmalar bilinmeli ve bir daha böyle korkunç olayların olmasını önlemek için, “bu mekanizmalara ilişkin tümel bilinç” uyandırılmalıdır. Bunun için, “nefretlerini ve saldırganlık çılgınlıkları” ile insanları yok edenlerin ‘suçlular’ oldukları anlatılmalı ve anlaşılmalıdır. Barbarlaşma güdüsünü denetleyebilmek için, genç insanlar eleştirel öz-düşünüme cesaretlendirilmeli, her türlü olumsuzluğun nedenini kendi dışında arama anlayışına karşı ilkeli ve ödünsüzce karşı çıkılmalıdır. Bu yüzden, eğitim işlevli olabilmek için, “eleştirel öz-düşünümü” temel almalıdır Öte yandan, yıkım ve öldürüm eğilimi, çocuklukta oluştuğu için, saldırganlık ve barbarlaşma güdüsüne karşı öz-düşünümü temel alan eğitim dizgesi, özellikle “erken çocukluk” dönemine yoğunlaşmalıdır (Adorno 1969, s. 86- 87). Yıkım ve yok etme güdüsünün ya da eğiliminin, artık Freud’un ‘Kültürdeki Huzursuzluk’ adlı kitabında anlattığının çok ötesine geçebileceği görülmüştür. Yönetilen, “ağlarla örülmüş” bir toplum yapısı, yoğun şiddet eğilimini özendirmektedir. Ağlaşma sıklaştıkça, buradan çıkma istemi de artmakta ve bu durum, “uygarlığa karşı öfkeyi”, akıl-dışı ve eylemli şiddeti çoğaltmaktadır. Her türlü kovuşturmanın/takibatın ve öldürmenin tarihi, öfke ve şiddetin “toplumsal bakımdan güçsüzlere” yöneldiğini göstermektedir. Toplumsal bütünleşme arttığı ölçüde, “yıkım eğilimleri” de oluşturmaktadır. Söz konusu yıkım eğilimleri, “düzenli ve uygar yaşamın yüzeyinde oldukça ilerlemiş” bir biçimde bulunmaktadır. Egemen tümelin “her türlü tikel üzerindeki, tekil insanlar, tekil kurumlar üzerindeki baskısı,” her türlü tikelin ve tekilin “direnme gücünü” parçalama eğilimi göstermektedir. İnsanlar, kimlikleri ve direnme güçleri ile birlikte, her hangi bir zamanda ortaya çıkma olasılığı olan insanlık dışı eylemlere karşı durmalarını sağlayacak “niteliklerini” de yitirmektedir. Egemen güçlerce “hiç inanmadıkları ülküler adına” yapılan insanlık dışılıkları yine yapmaya ortam hazırlayan “buyruklara” uymama cesareti belki de tümüyle yitirilmiştir. ‘Auschwitz’ten sonra eğitim”, Adorno’nun açımlamasıyla iki alanı kapsar. Birincisi, çocuklukta, özellikle erken dönem çocuklukta eğitim; İkincisi, “bir daha yinelenmesine izin vermeyen” tinsel-kültürel ve toplumsal tümel bir Aydınlanma iklimi. Bu iklim, “korkunç olaylara yol açan motifleri” belli ölçülerde bilince çıkarabilir. Böyle bir eğitimin “sinir noktaları” şunlar olabilir. Birçok kez, özellikle de Amerika’da “otoriteye inanan Alman zihniyetini/tini”, Nasyonal-sosyalizm ve Auschwitz’ten sorumlu tutulmuştur. Almanya’da ve birçok Avrupa ülkesinde “otoriter davranış biçimleri ve kör otorite”, biçimsel demokrasilerde olamayacağı ölçüde uzun ömürlü olmuştur. Ancak bu açıklama, Adorno’ya göre, “yüzeyseldir.” Almanya’da faşizm ve yol açtığı “korkunç” olayların başlıca nedeni, insanlar “öz-belirleyime hazır olmadan”, bir başka anlatımla, özgür ve özerk birey durumuna gelmeden, Alman İmparatorluğu’nun “yerleşik otoriteleri” yıkılmış olmasıdır. Bu durum, Almanların “kucaklarında buldukları özgürlüğü” hak etmediklerini göstermiştir. Bu nedenle, “otoriter yapılar”, daha önce olmayan “yıkıcı ve çılgın boyutlar” kazanmıştır. Politik kişiliklere karşı ortaya koyulan çılgın “duygu patlamaları”, otoriter gizil gücün sanıldığından çok daha güçlü olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara karşın, faşizmin “geri dönmesi ya da geri dönmemesi” psikolojik değil, toplumsal sorundur. Buradan, Türkiye açısından verimlileştirilebilir çıkarımlar yapılabilir: İnsanlar özgür ve özerk birey olmak için etkenleşmeli, uğraşmalı ve bu uğraş içinde özgürlük ve özerklik bilincini yetkinleştirmelidir. Böyle bir özgürleşme evrimi deneyimlenmeden, özgürlük kazanımının değerini bilmek ve onu korumak zordur. Bu yüzden insan, toplum ve kültür, sürekli ve eleştirel yaklaşımı temel alarak, çoğulculuk ve tolerans düşüncesiyle yoğrulmalı ve yeniden yapılandırılmalıdır. 'Bağlar', insanı bağımlılaştırır mı, özgürleştirir mi? Otorite yitimi, Adorno’nun çözümlemesiyle, “sadist-otoriter vahşetin koşullarından biri”, insanların “bağlarını” yitirmeleri olabilir. Sağduyu açısından, “sadist öğelere, yıkıcı öğelere” dur demek için, ‘Yapmamalısın!’ demek için, bağları anımsatmak akla uygundur. Ancak gerçekte “dünyanın ve insanların iyi olması için”, insanın 'bağlar' kurması yeterli değildir. İnsanların “tözsel olarak kendi içinde duyumsamadığı” bağların yetersizliği hemen görülür. Buna karşın, en saf insanların “daha iyi durumda olanların zayıflıklarını” ortaya çıkarma ve öfkeyi ve şiddeti onlara yöneltme yeteneği şaşırtıcı ölçüde yüksektir. Dolayısıyla, bağlar, ya bazı insanların kendilerini “güvenilir yurttaşlar” olarak göstermelerini sağlayan “zihniyet pasaportuna” dönüşebilir ya da “nefret ve düşmanlık” üretebilir. Dolayısıyla, bağlar, “bireyin öz aklı önünde sorumluk taşımayan” buyruklara ve normlara bağımlılaşma anlamı taşımaktadır. Psikolojide “üst-ben” olarak adlandırılan ‘vicdan’, Nasyonal-sosyalizmin Almanya’da yıkılmasından sonra görüldüğü üzere, bağlar adına “dışsal, bağlayıcılığı olmayan birbirinin yerini alan otoritelerin” yerine geçmektedir (Adorno 1969, s. 88- 89). Bunları erk ile ayakta tutmak ve “güçlü olan norma boyun eğmeye” hazır olmak, bir daha ortaya çıkmaması gereken “işkencecilerin zihniyetidir.” Dolayısıyla, bağlar, insanı sürekli buyruk bekleyen konumunda tutmanın araçlarına dönüşebilir. Auschwitz’e karşı tek gerçek güç, Kant’ın geliştirdiği “özerklik” kavramıdır. Bu anlamda özerklik, “düşünüm, öz-belirleyim ve birlikte yapmama” gücüdür, bilincidir. Kolektif ile kör özdeşleşme ve bireysel tikelliğin yok olması nelere yol açar? Auschwitz'i yaratan etmenler arasında kırsal kesimin eğitim-öğretim ve uygarlık araçlarından yeterince yararlanamamasını, sporun izleyicilerinde saldırganlık, sadizm, kabalık gibi davranış biçimlerini geliştirmesini ve bunların, eski ‘iyi’ otoriter karakter ile bağlantılı olduğunu vurgulayan Adorno'ya göre, belirleyici neden, "kolektif ile kör özdeşleşme" ve yığınların "güdümlenmesidir." Böyle korkunç olayların bir daha yinelenme tehlikesine karşı "her şeyden önemli olan, kolektiflerin kör egemenliğine" karşı çıkmak ve bu yapılara karşı direnci artırmak amacıyla, "kolektifleşme" sorununu aydınlatmaktır. Özellikle genç insanlar her hangi bir şeyin "parçası durumuna geldikleri için", bu kolay bir iş değildir. Gelenek-görenekler, çeşitli kolektiflerin ritüelleri ve yerel töreler, "nasyonal sosyalist şiddet eyleminin ön biçimleridir." Bu nedenle, Nasyonal sosyalistlerin "bu tür iğrençlikleri 'gelenek-görenek' adı altında yüceltmeleri" rastlantı değildir (Adorno 1969, s. 90-92). Sertlik ve sıkı denetim, eğitim ülküsü olabilir mi? Bir başka önemli etmen, geleneksel eğitimin "sertlik" ve "denetim" kavramlarını yaygınlaştırmasıdır. "Mazoşizmin örtüsü" olan erkeklik ve "erkeğin dayanaklılığı" söylencesi de bu kapsamdan anılmalıdır. "Sert olma" anlayışını dışlamayan bir eğitim, başkalarının acılarına karşı "ilgisizliği" artırır. Kendine karşı sert olan, başkasına karşı da sert olma "hakkını" kendinde görür. Böylece acı çekmesine karşın bunu belli etmeyerek bastıran kişi, bunun "öcünü" başkasından alır. Dolayısıyla, eğitim hiçbir biçimde "acıya katlanmayı" ve "korkuyu" bastırmayı öğütleyemez. İnsan, gerçeklik ne denli korku üretiyorsa, o denli korkmayı bilmelidir. Korku da insana özgü bir duygudur. Bu nedenle, insanın öz gücüyle korkuyla baş etme yeteneği geliştirilmelidir (Adorno 1969, s. 93). Körü körüne kolektiflere katılanlar, "kendilerini bir malzeme, bir şey" durumuna getirerek, "öz-belirlenimli varlık" olmaya son verirler. Bunlar "güdümlenmeye açık karakterler" olarak adlandırılabilir. Güdümlenmeye açık karakterlerin başlıca nitelikleri "örgüt öfkesi, dolaysız insancıl deneyimler edinme yeteneksizliği, duyarsızlık ve gereğinden fazla gerçekçilik" olarak belirlenebilir. Bu tür karakterler “ne pahasına olursa olsun, sözüm ona real politik" yapmak ister; bir an bile dünyanın, olduğundan "başka türlü" olabileceğini düşünmek istemez; yaptığının içeriğine bakmaksızın, "bir şey yapmak" ister. Etkenliği ve etkinliği, "etken" bir insanı öne çıkaran reklam benzeri bir "tapınç" durumuna getirir. Bu insan tipi, sanıldığından çok daha fazla yaygındır. Nazi canavarlarının "örnek durumuna getirdiği" şeyi, bugün "genç caniler, çete yöneticileri vb." insanlarda görmek olanaklıdır. Güdülenmeye açık karakter, "şeyleştirilmiş bilinç" tipidir; kendilerini "şey" durumuna getiren insanlardır. Bunlar önce özlerini, daha sonra da ellerinden gelirse, "başkalarını" şey durumuna getirir. Nazilerin de çok sık kullandığı "işini bitirmek" eylemini, şeyleştirilmeye hazır insanlar sık kullanır (Adorno 1969, s. 94). Horkheimer, işkenceyi, insanların "kolektife hızlandırılmış uyumu" olarak niteler. Gerçek tinle hiç ilgisi olmayan böyle şey "zamanın ruhunda" da vardır. Paul Valery'nin "İnsanlık-dışılığın büyük bir geleceği vardır" sözünü bu kapsamda aktarmak yararlı olur. İnsanlık- dışılığa karşı çıkmak zorlaşmaktadır; çünkü insancıl deneyim yeteneğinden yoksun olanlar, "bazı ruh hastaları ve şizofrenlere" özgü ulaşılmazlık özellikleri taşımaktadır. Teknik ile şeyleştirilmiş bilinç arasında nasıl bir ilişki vardır? Auschwitz'in yinelenmesini önlemek için, öncelikle güdümlenmeye açık karakterlerin "nasıl ortaya çıktığı" konusunu aydınlatmak, sonra da ortaya çıkaran "koşulları değiştirerek", bunların oluşumunu engellemek gerekir. Bir insanın "nasıl bu duruma geldiğini" açıklayabilmek için, Auschwitz'in "sorumluları", bilimin, özellikle psiko-analizin bütün yöntemleri kullanılarak incelenebilir. Böylece, Nazileri o duruma getiren iç ve dış koşullar bilindiği takdirde, "bir daha öyle olmaması için" edimsel çıkarımlar yapılabilir. Öyle olması, bir başka deyişle, Auschwitz'in ortaya çıkması doğal bir gereklilik ya da "değişmez verili bir şey" değil, "oluşturulan bir şeydir"; diyesi, şeyleştirilmiş bilinçtir. Şeyleştirilmiş bilinç ile "teknik" arasındaki bağıntı da önemlidir. Ayrıca, her dönem, "toplumsal bakımdan gereksindiği" karakterleri yaratır. Bugünkü gibi tekniğin egemen olduğu bir dünya, "teknikle uyumlulaştırılmış" insan yaratır. İnsanlar, tekniği "öz-amaç" olarak, "özünün gücü" olarak görmeye ve tekniğin "insanların uzatılmış kolu" olduğunu unutmaya eğilimlidir (Adorno 1969, s. 95- 96). Adorno'nun açımlamasıyla, teknik "insan soyunun sürmesini sağlayan araçların toplamıdır." Başta teknik olmak üzere, araçlar "fetişleştirilmektedir"; çünkü amaçlar, "insan onuruna yakışır bir yaşamı" örtmekte ve insanların bilincinden koparılmaktadır. Tekniğin fetişleştirilmesinin tekil insanın "psikolojisine nasıl yerleştiğini", teknik ile "akılcı bir ilişkinin eşiğinin" nerede olduğunu kesin bilmek de zordur. Teknik, Auschwitz'te olduğu gibi, "başka insanları hızlı ve etkin biçimde" yok etme amacıyla kullanıldığında, tekniğin yüceltilmesinin görmezden gelinmesine yol açar. Ayrıca, tekniğin fetişleştirilmesine eğilimli olan insanlar, başkalarını "sevemezler." İçlerinde kalan sevgi atığını, "araçlara" kullanırlar. Otoriteye bağlı kişilikler, "aygıtları", "donanımları" severler; aygıtlar onların sevgisini tüketir. Uygarlaşmaya koşut olarak "iki kat artan" bu eğilim, endişe vericidir. Onlara karşı savaşmak da "dünya ruhuna" karşı olmak gibi bir şeydir. Bu soğukluk ve ilgisizlik olmasaydı, belki de Auschwitz olmazdı (Adorno 1969, s. 97). Güdülenme ve ‘birlikte yürümecilik’ arasında nasıl bir ilişki vardır? Bugünkü biçimiyle toplum, Aristoteles'ten bu yana "ideolojik olarak" varsayıldığı gibi, "çekime, çekiciliğe" değil, "başkasının çıkarlarına karşı öz çıkarların" izlenmesine dayanır. Bu eğilim, insanların içine işlemiştir. Bunun dışında kalanlar ise, "kendi soğukluklarına dayanamayan, ancak hiçbir şey değiştiremeyen üşümüşlerin toparlanmasıdır." Bugün her insan "az sevildiği" duygusunu taşımaktadır; çünkü "herkes az sevebilmektedir." Başkasının durumunu duyumsayamamak, kötülüğün başlıca kökenidir. Politik güdümlenmenin en belirgin göstergesi olan "birlikte yürümecilik" (Almanca: ‘Mitlaeufertum’) denilen şey, her şeyden önce "ticari çıkardır"; bir başka deyişle, "kendini tehlikeye atmamak için", öz çıkarlarını, başkalarının çıkarlarının önünde tutmaktır. Bu, var olanın "genel yasasıdır." Terör altında susmak, bunun "sonucudur." Toplumsal birimin, "soyutlanmış karşıtın" soğukluğu, başkalarının "yazgısına" karşı ilgisizlik, ‘birlikte yürümecilik’ kavramının önkoşulu olmuştur. Sevgisizlik, bütün insanların "eksikliğidir"; sevgiyi öğütlemek, söz konusu kişilerin "değiştirilmek istenilen" karakter yapısından önce başka bir öz-yapıya sahip olduklarını varsaymak demektir. Çünkü sevilmesi gereken insanların kendileri "sevemeyecek" durumdadır ve bu nedenle sevilmeye de değmezler (Adorno 1969, s. 98). Adorno’nun “birlikte yürümecilik” anlatımı, AKP iktidarının yandaş ve propagandacı yetiştirme anlayışı için de geçerli sayılabilir. İnsan sevgisi olmadan, insancılık gelişmeyeceği için, sevgisizliğe yol açan soğukluğu ve ilgisizliği üreten ve yeniden üreten toplumsal düzenin gözden geçirilmesi gerekir. Bu eleştirel gözden geçirme, soğukluğu ve ilgisizliği ortadan kaldırabilmek için, bunları üreten baskı, dayatma ve özellikle de insanı insanlığından uzaklaştıran araçsallaştırma ve sömürüyü yok eden yeni bir toplumsal düzen kurmaya çalışmak gerekir. İnsan onurunu ve özgürlükleri temel alan bu yeni düzeni kurabilmenin ve sürdürebilmenin önkoşulu, öncelikle her tekil insanın ve tümel toplumun özünü sorgulaması, özünden kaynaklanan ilgisizlik, ideolojik yandaşlık, araçsallaştırma ve sömürüyü ortadan kaldırma istenci ve bilinci geliştirmesidir. Küreselleşme-yerelleşme karşıtlığı nasıl aşılabilir? Küreselleşmenin bu denli yaygınlaştığı bir dönemde özelikle yerellik, din ve ulus ya da ulusallık gibi kavramlar önem kazanmaktadır; ancak bu durum söz konusu kavramların propaganda aracı durumuna getirilir. Söz konusu kavramları ideolojik araç durumuna getiren anlayış, varlığını duyumsatmak ve etki alanını genişletmek için, Adorno’nun deyişiyle, “ölçüsüzlük” düzeyinde kendisini abartır; gizemlileştirir. Eğitim, kitle iletişim araçları, politik partiler ve sivil toplum kuruluşları, yıkım ve tok etmeye dönüşebilen olası çılgınlıkları önlemeyi amaçlamalıdır. Bu amacı gerçekleştirmek için, etnik ve dinsel kökenden bağımsız olarak salt insan onurunu, temel hak ve özgürlükleri, sorgulayan düşünceyi ve eleştirel aklın geliştirilmesini, kısacası bütün bunların toplamı olan eleştirel Aydınlanmayı öncelikli ve başlıca ülkü olarak görmeli ve toplumsal yaşamda edimselleştirmelidir. Burada Adorno’nun şu uyarısını özellikle vurgulamak isterim: Yalnızca eğitim dizgesinin önlemleriyle “masa başı canilerinin” ve onlara uşaklık edenlerin ortaya çıkması tümüyle önlenemeyebilir. Masa başı canilerinin ve ideologların kararlarını ya da buyruklarını yerine getiren ‘uşaklar’ buyrulanları yaparak, hem “uşaklıklarını ebedileştirirler”, hem de insanlık onurlarını yok ederler. Bütün bunlara karşın, gençlere eleştirel düşünme ve özgürleşme ortam hazırlayan eğitim dizgesi ve eleştirel Aydınlanma birikimi, insancıl bir geleceğin başlıca güvencesidir. Şiddet ve yok etme güdüsünü ortaya çıkaran toplumsal-kültürel ve kişisel özellikler nelerdir? Adorno, Nisan 1966 tarihli bu önemli yazısında Auschwitz Toplama Kampı’nın kişilik yapılarını biçimlendiren başat eril imgeler ve değerleri ya da değersizlikleri, öne çıkararak, tekil kişileri, her türlü tikeli, tümel yapı içinde yok ettiğini ortaya koyar. Özet olarak söz konusu eril imgeler ve değersizlikler şöyle sıralanabilir: ‘Tümelin, tikeli etkisizleştirmesi’, 'Toplumsal yapının ağlaşması ve uygarlık nefretinin artması', 'Şiddetin güçsüzlere yönelmesi', ‘Beden ile patojen ilişki ve buna bağlı şiddet eğilimi’, ‘Sertlik eğitimi’, ‘Tekniğin fetişleştirilmesi’, ‘Güdümlenmeye açık karakter’, 'İnsanların kolektiflerin bir parçası durumuna gelmesi' Ve böylece tümel yapılar olarak ‘kolektiflerin başatlaşması’ ve tikel kişilikleri yok etmesi. ‘Egemen tümelin tikeli etkisizleştirmesi’: Egemen tümel, tekil insanlar, tekil kurumlar üzerindeki baskısıyla, her türlü tikelin ve tekilin, özgür öz-bilincini korumasının başlıca aracı olan direnme gücünü etkisizleştirmektedir. İnsanlar, kimlikleri ve direnme güçleri ile birlikte, her hangi bir zamanda ortaya çıkma olasılığı olan insanlık dışı eylemlere karşı durmalarını sağlayacak “niteliklerini” de yitirmektedir. Egemen güçlerce belirlenen ülküler adına yapılan insanlık-dışılıkların yinelenmesine ortam hazırlayan buyruklara uymama cesareti gösterememektedir. 'Toplumsal yapının ağlaşması ve uygarlık nefretinin artması': Ağlaşma sıklaştıkça, denetlenme duygusu ve buradan çıkma istemi de artmaktadır. Bu durum, “uygarlığa karşı öfkeyi”, akıl-dışı ve eylemli şiddeti çoğaltmaktadır. 'Şiddetin güçsüzlere yönelmesi': Her türlü kovuşturmanın/takibatın tarihi, öfke ve şiddetin “toplumsal bakımdan güçsüzlere” yöneldiğini göstermektedir. 'Beden ile hastalıklı ilişki': Eleştirel düşünme yeterliliği geliştiremeyen ya da bilinci çarpıtılan kişi, şiddet eğilimi geliştirir ve bu eğilimi genellikle bedenle ilişkilendirir. Böyle kişilerin şiddet eğilimi, dil kullanımlarına da yansır. ‘Sertlik eğitimi’, birçok kültürde sertlik, erillik göstergesi olarak değerlendirilir ve olumlanır. Sertlik, acıya katlanmada, dolayısıyla da başkasının acılarına karşı ilgisiz davranmada somutlaşır. Kendine karşı sert olan, başkasına karşı da sert olma hakkını kendinde görür. Acısını dışa vurmayıp bastıran kişi, bunun öcünü başkasından almaya eğilimlidir. ‘Tekniğin fetişleştirilmesi’: Tekniği yüceltenler, hatta gökselleştirenler, kendini şeye, nesneye dönüştüren, “sevemeyen”; başka insana karşı insancıl duygu beslemeyenlerdir. Bu soğuk ve ilgisiz kişiler, kendi içlerinde sevgiyi yok sayarlar. Bu nedenle, özlerini sevemedikleri için, başkalarını da sevemezler. ‘Güdümlenmeye açık karakter’: İnsan hem güdümlenebilir, hem de güdümlemeleri etkisizleştirebilir. Güdümlenmeye açık kişiler, dolaysız insancıl deneyim yapma yeteneğinden yoksundur; bunlar duygusuzdur ve aşırı gerçekçiliğe eğilimlidir. Aşırı gerçekçilik, bir 'şey' yaparak, kendini kanıtlama biçiminde ortaya çıkar. Bu nedenle, bu tür kişiler ilkin kendilerini, sonra da başkalarını şeyleştirirler. ‘İşini bitirmek’ sözcüğü, şeyleşmiş bilinci dışa-vurur. ‘Topluluklara/kolektiflere kör itaat’: Baskıcı ve uydu kişiliklerin bu özelliği, “kolektiflerin kör başatlığı” ya da yönlendiriciliği olarak da nitelendirilebilir. Bu tür kişiler, eleştirel akla uymayan buyruklara uymaya, bağımlılaşmaya, kolektife koşulsuz boyun eğmeye yatkındırlar. Böylece kendilerini şey, malzeme durumuna getirirler ve öz-belirlenimli bir varlık olmaya son verirler. Özerk ve özgür insanlar olmadıkları için, başkalarını da böyle görürler. Bu eril imgeleri başat kişilik özellikleri durumuna getirenler, her yerde ve zaman erkeklik taslar, kadını küçümser, kadına şiddeti olağanlaştırır; çünkü bedensel gücü, erki, onuru, erilliğin göstergesi olarak görürler. Özellikle gençler, erkeklik ya da erillik kavramını oluşturan bu imgeleri öne çıkarmaya eğilimlidir. Gençlerin, her türlü ideolojik araçsallaştırmaya açık olmalarının bir nedeni de budur. Kaba gücü ve yok etme güdüsünü etkisizleştirmek başta eğitim dizgesi olmak üzere, kitle iletişim araçlarının, siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının başlıca görevidir. Özellikle kurumsal eğitim, yetişmekte olan genç bireyleri kalıcı biçimde etkiler. Bu nedenle, tüm eğitim dizgesi bütün aşamalarında genç bireylerin öz-güven, öz-bilinç ve eleştirel akıl geliştirmelerine ve böylece kendilerini özgürleştirmelerine ve aydınlatmalarına ortam hazırlamalıdır. Onur Bilge Kula
Gercekedebiyat.com